6 Haziran 2011 Pazartesi

İğneada Kampı 04-05 Haziran 11

TAMZARA ile bu yıl 2.kez Trakya bölgesine gidiyoruz.bu sefer otobüse en son binen ve ilk önce inen biziz.İĞNEADA'da bu haftasonu kamp yapacağız.
Otobandan ayrılıp DEMİRKÖY ilçesi,İĞNEADA beldesi tarafına yönelince gözlerimizi kamaştıran ormanlar bizi çok şaşırttı.ISTRANCA ORMANLARI’nı çocukluğumuzdan günümüze çok duymuş öğrenmiştik.fakat orman diye gidip de çok hayal kırıklığına uğradığımız yerler olduğu için böyle bir tablo görebileceğimize pek ihtimal vermemiştik.bölge bizi çok mahcup etti.Trakya’nın Karadeniz’e bakan kısmı bambaşka bir doğa harikası.
ISTRANCA LONGOZ’ları Karadeniz'e doğru akan derelerin, önlerindeki kumullar nedeniyle denizle irtibatı kopmuş göl ve bataklıklara kadar gelip denize dökülemedikleri için geriye doğru taşarak araziye yayılmaları sonucu oluşmuş. üstelik Avrupa’nın da en büyük LONGOZ ORMANLARI yine ISTRANCA’dadır.LONGOZLAR acı,tatlı ve tuzlu su sistemlerinden dolayı çamur düzlükleri,bataklıklardan dolayı bir çok farklı canlıya ev sahipliği yapar. yani oluşum başlı başına bir durumken içinde barındırdığı canlıları ve bitki örtüsünü varın siz düşünün.
Geziden döndükten sonra yaptığım araştırmayı paylaşmak isterim:
İĞNEADA LONGOZLARI, yaban hayatı geliştirme sahası iken 2007'nin sonlarında milli park ilan edilmiştir.alanı besleyen en önemli su kaynağı olan rezve deresi de dahil olmak üzere bölgedeki diğer derelerden istanbul'a içme suyu taşınması düşünülmekte olduğundan böyle bir statü değişikliği yapıldığı iddiası vardır. zira yaban hayatı geliştirme sahalarından boru hattı geçirilmesi yasakken, milli parklarda böyle bir yasak yokmuş. longoz ormanlarının taban suyu seviyelerinin düşmesi halinde yaşama şansı kalmadığı biliniyor.bu alanın milli park ilan edilmesindeki amacın buradaki suları borularla istanbul'a aktarmak olduğunu düşünmek bile insan olanın tüylerini diken diken etmeye yeter. gerçi iski tepkilerden ötürü boruları longozlardan geçirmek yerine karadenize döşemek durumunda kalacak gibi ama ekosistemin can suyu her halükarda azalacak. zaten daha önce de ıstrancaların bazı derelerine el atan ve bunları kurutarak bölgedeki doğal dengeye büyük zarar veren iski, longozları iyice susuz bırakacak. tabi yine Kırklareli'ne bağlı Vize ilçesi'nin Evrencik köyü'nde yapılmakta olan çimento fabrikasına yük taşımak için bölgede kurulacak kazıklı iskelenin de tehdit ettiği ormanlardır bunlar. bu kafayla pek uzun sürmeden yok edilmesi muhtemel nadide bir ekosistemdir kısacası.

Kamp mevzumuza dönecek olursak uzun uğraşlar sonunda uygun bir yer bulduk.haziran ayı bu gezi için biraz geç kalınmış gibi gözüküyor.gölge yada ağaçlık yer bulmak çok zor.kaldı ki kamp alanında su olmaması başlı başına bir sıkıntı.ama taşıma su ile değirmeni biraz döndürme kararı aldık.
kahvaltıyı geç de olsa kusursuz yaptık.
Öğlene doğru orman içinde tatlı bir yürüyüşe çıktık.ağaç gölgelerinde sarmaşıklar, sulak alanda mandalar,çiçeklerle kaplı yollarda ilerleyerek sahile vardık.gezi boyunca SAKA,HAMAM ve MERT GÖLLERİNİ gördük.
sanki biz sahile varmadık da sahil birden içimize doluverdi.çok az kişi mayo getirmiş.ben ve Ahmet’de getirmeyenler arasında.önce 'biz girmeyiz kenarda otururuz,zaten deniz daha soğuktur' dedik.sonra 'yok ya öyle kıyafetlerle girilir mi hiç çok ayıp' diye düşündük.sonra kendimi birden emanet bir erkek mayosu ve t-shirt ile denize girmeye hazırlanırken buldum.mayo getirmeyen herkeste aynı şeyi yaptı.ahmet ve birkaç kişi de pantolonla girdi.harika bir zevkti.deniz gerektiği kadar sıcak ve temizdi.girdiğimiz denizin Karadeniz olduğunu düşünürsek de az dalgalıydı.bu güzel deniz molasından sonra kuru kıyafet ve havlu bulma maceramız başladı.artık kimde ne varsa paylaştı da İĞNEADA merkezi gezimizde madara olmaktan kurtuldu.
İĞNEADA merkezde olması gerektiği gibi samimi sahil kasabası havasındaydı.çay bahçesinde çay içip biraz dinlendik.bizi kampımıza götürecek minibüsümüze doğru yürürken davul zurna sesi duyduk.sonrasında da bir sokak kınagecesiyle karşılaştık.düğün olur da biz öylece çekip gidebilir miyiz?hemen aralarına katıldık.bir roman düğünüydü.renk cümbüşü,oyunlar,çalgıcıların samimiyeti çok iyiydi.bizi hemen aralarına aldılar.
hatta oynamak için Murat ile piste çıktığımda mavi elbisesi ve yapılı saçıyla çok güzel göbek atan bir abla beni buldu.bende anında Murat’ı sattım.onunla oynamaya çalıştım.o ne asil oynayış,o ne figürler.ben karşısında göbek atmak için türlü maymunluklarla enerji sarf ederken o hiç yorulmadan adeta akşam yemeğine taze fasulye ayıklar gibi göbek atıyordu.bu eğlencenin kına gecesi olduğunu gelinin kim olduğunu da ondan öğrendim.gidip gelini ufak bir katkıyla tebrik ettim.
Kampa gittiğimizde hepimiz büyülenmiş gibi çalgıcıların 'çiçekçi kızz baksanaa' şarkısını söyleyip göbek atıyorduk.
Akşam herkes uzmanlığı ölçüsünde faaliyete geçti.Murat mangal başında sucuk ve tavuk yaptı.ateş yakma işi de Erkut ve yardımcıları Ahmet,Fikret ve Hüseyin abi üstlendi.biz kur,topla ekibi sofrayla ilgilendik.
sonrasında her kampta olanlar oldu.kamp ateşinde sohbet,içki ve şarkılarla geçti.bugün geceyi en erken kapatanlardandım.erken uyumak için kimseciklere hissettirmeden çadıra kaçtım.ertesi gün çürük domates damgası yesem de iyi bir uyku çektim.
Kahvaltıdan sonra toparlanma geçtik.kahvaltıda Fikret bize patatesli yumurta yaptı.
sınır köylerine sırayla uğramaya başladık.LİMANKÖY’deki fenere de gittik.1861 yılında Apdulmecit döneminde Fransızlara yaptırılmış.bu yüzden Fransız feneri olarak anılıyor.4 kuşaktır aynı aile gözetiminde olması bu feneri biraz farklı kılıyor.gerçi bu farklılığı gezmeye gittiğim birkaç fenerde de duymuştum.
LİMANKÖY FENERİ’nden sonra DEMİRKÖY’de Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u alırken kullandığı topların imal edildiği dökümhaneyi gezdik.ben gezinin bu kısımlarında artık güneşten pembeleşip,bunaldığım için bir ağaç gölgesinde dinlenmeyi tercih ettim.
Demirköy’de bir lokantada yemek molası verdik.
daha sonra son durağımız olan DUPNİSA MAĞARASINA geçtik.ismi Bulgarca Delik demekmiş.Kuru olan bölümü 900 metre,sulu mağara 1700 metre,yan kollarla birlikte toplam mağara uzunluğu 2720 metre uzunluğunda.yaz kış sıcaklıklar sulu mağarada 10 derece,kuru mağara 17 derecedir.bu yüzden burası o bunalımlı yazın ilk günlerinde çok iyi geldi bize.
Mağara görünce girilmemesi gereken yerlere girip de fotoğraf çekmeye çalışan ve sarkıtların her yerine dokumak için türlü maymunluklara giren tipler beni yine çıldırttı.
Mağara güzeldi.hiç yarasa olmaması Beyoğlu vitrinleri gibi ışıklandırmadan olsa gerek.yarasa olmak bile bir yaşam savaşı artık.


Dönüş yolunda yolda manda yoğurdu ve peyniri aldık.nasıldı derseniz pek bir numarası yoktu derim. Mağaradan çıktıktan sonra kıyıdan kıyıdan kalabalık ve aksi şehir İstanbul’un yolunu tuttuk.

Hiç yorum yok: